Çevirmenin notu: İsrail’in ABD’nin yakın doğu bölgesindeki, mevcut Amerikan Başkanı Biden’ın ifadesiyle “en büyük yatırımı” olmasının yanında apartheid rejiminin kurulmasında ve güçlenmesinde Birleşik Krallık’ın da gözardı edilen fakat kayda değer bir rolü bulunuyor. Yahudi tarihçi Ilan Pappé, Declassified UK portalında yayınlanan yazısında, Birleşik Krallık’ın İsrail’in Filistin halkına karşı işlediği suçlara nasıl ortak olduğu konusunda hafızaları tazeliyor.
Ilan Pappe – Declassified UK
Çeviren: Emre Köse / @emrekosesy
Britanya, İsrail-Filistin’de “iki devletli” bir çözümü desteklediğini iddia ediyor, fakat Filistin devletinin cesedi uzun zamandır morgda ve kimse de naaşını kaldırmaya cesaret edemiyor. Britanya ve diğer devletler, iki devletli çözümü yüzeysel olarak desteklemeye devam ettikleri sürece İsrail, uluslararası alanda hayırla anılan, tam teşekküllü bir apartheid devleti olarak yerini sağlamlaştıracak.
Britanya, bugün uluslararası sahada ikincil konumdaki bir aktör ve İsrail ile Filistin’deki sözde barış sürecine etki etme imkanı sınırlı. İsrail’in Filistin’de devam eden kolonizasyonuna ve işgaline çözüm bulma çabalarına kayda değer bir katkı sunduğu söylenemez.
Yine de Britanya, Filistin halkının mevcut vaziyetinde büyük bir tarihsel sorumluluk taşıyor ve işgal altındaki topraklardaki mevcut realite konusunda bir bütün olarak Batı’nın işlediği suça ortak.
1917’de, sözde Balfour Deklarasyonundan sonra Britanya, Siyonizmin yerleşimci sömürge hareketinin Filistin’de bir devlet inşası projesi başlatmasına ön ayak oldu. “Mandacı” bir güç olarak sonraki hükümranlığında Birleşik Krallık, 1917’de, nüfusun yüzde 90’ını oluşturan yerli Filistin halkının bu beklentiye karşı çıktığının bilincindeyken, gelecekteki devletlerinin altyapısını inşa etmeleri için küçük bir Yahudi yerleşimci topluluğa destek sağladı.
Destek, sahadaki pek çok İngiliz yetkilinin, Siyonistlerin Filistin’in mümkün olduğunca daha fazlasını ele geçirme ve burada az sayıda Filistinli bırakma arzusunun farkında olmasına rağmen verildi.
Ardından 1948’de, Siyonistlerin Filistin’de gerçekleştirdiği etnik temizlik, Nakba [Büyük Felaket] geldi; İngiliz yetkililer ve asayişten sorumlu memurlar; İsrail’in Filistin nüfusunun yarısını kovmasını, köylerinin yarısını ve kentsel alanın büyük kısmını yok etmesini öylece izledi.
Bu tarihteki buna benzer her kısım, İngiliz müesses nizamında bir miktar suçluluk ve mesuliyet duygusu bırakmış olmalıydı ama bu olmadı.
Örnek olarak, Britanya’nın utanç verici politikaları, 1956’da Filistin’i en çok destekleyen Arap lider olan Mısırlı lider Cemal Abdülnasır’ı devirme maksadıyla İsrail’e arka çıkmasına engel olmadı. Britanya, İsrail’in 1967’de Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nden tamamen çekilmesine imkan verebilecek olan 242 sayılı BM kararının eş yazarlarından biriyken, BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyesi olarak bu kararın uygulanması hususunda çok az şey yaptı.
Her gün yaşanan suistimaller
Sonrasında Filistinlilerin temel haklarının sistematik bir biçimde her gün ihlal edildiği yıllar geldi. Doğu Kudüs’teki İngiliz Konsolosluğu ve Batı Şeria Ramallah’taki İngiliz Büyükelçiliği, yıllarca bazılarını şahsi olarak tanıdığım saygın diplomatları ağırladı.
Fakat raporları çöpe atıldı ve İngiliz hükümetinin hafızasının karanlık dehlizlerine gönderildi. Bir gün bu unutulmuş raporları soruşturan bir araştırmacı, işgali ve onun kötülüklerini ifşa eden bir jurnal derleyecektir.
Britanya, halen Avrupa Birliği’nin bir üyesi olmakla birlikte, AB’nin dram yaşayan Filistinlilere hiçbir surette ciddiyetle destek vermeme yönündeki politikasına özenle riayet etti.
2012 ve 2014’te, İsrail’in Gazze Şeridi’ne düzenlediği acımasız saldırılar sırasında İngilizlerden daha güçlü bir kınama geldi, ancak bu itirazlardan sonra anlamlı bir eylem gelmedi. Birleşik Krallık, Fransa ve Almanya ile birlikte AB’nin, İsrail’in işgal altındaki topraklardaki insan hakları ihlallerini yer yer kınayan politikasına öncülük etti. Daha da önemlisi, yasadışı Yahudi yerleşimlerinden gelen malları, vicdanlı tüketicilerin ürünleri boykot etmelerine, ki hükümetlerinin reddettiği tutum, imkan tanıyan bir politika olarak etiketlemeye yöneldi.
Ancak neticede politika, İsrail’in sahadaki eylemlerine karşı bir dokunulmazlık kalkanı sunmaya devam etti.
Balfour Deklarasyonu’nun yüzüncü yıl dönümü olan 2 Kasım 2017’de sembolik potansiyelde bir an yaşandı. Bu Britanya için bir hesaplaşma anı olabilirdi ama değildi.
Bunun yerine Theresa May hükümeti, Birleşik Krallık’ın Siyonist harekete Filistin’i sömürgeleştirmek üzere sınırsız yetki verdiği anı, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile kutladı.
1948’den bu yana İngiliz siyasetini tanımlayabilecek bir şablon mevcut: Sahadaki personel, Filistinlilerin hayatlarının harap edilmesini ve İsrail’in apartheid yanlarını gözlemleyip rapor ederken, Birleşik Krallık’taki karar alıcılar İsrail’in Ortadoğu’daki tek demokrasi olduğu tanımlanmasına sadık kalıyor.
Birleşik Krallık’ın daha önceki hükümetleri gibi mevcut İngiliz hükümeti de Filistin’in tanınması ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (UCM) işgal altındaki topraklarda işlenen suçlara ilişkin soruşturmaları gibi önemli meselelerde tutumunu net bir şekilde belirtmesi gerektiğinde duraksadı.
Dönemin Dışişleri Bakanı Dominic Raab, bu yılın şubat ayında Filistin devleti hakkında açıklama talep edildiğinde Britanya’nın Filistin mazisini ve mevcut tutumunu gözetleyen Balfour Projesi’ne bir mektup gönderdi. Eski görüşü yineledi: “İngiliz hükümeti, Filistin devletini, bu adım barış hedefine en iyi şekilde hizmet edecek duruma geldiğinde tanıyacaktır”. Bunun çok fazla ayrıntılandırmaya veya yorumlamaya muhtaç olduğunu düşünmüyorum. Bu, İsrail’in işgali ve sömürgeciliği sona erdirmek için hakiki bir çaba göstermediği halde, mazideki, “barış” tesis edildiğinde İsrail’in Filistinlilere dönük hak ihlallerinin sonlanacağını iddia eden görüşünün tekrarı.
Sahadaki gerçekler
Ancak daha derin bir mevzu var. AB gibi Britanya da Filistinlilere kendi devletlerini kurmalarında destek olduğunu öne süren Batılı konsorsiyumun bir parçası. Bu, Britanya ve Avrupa’nın bildirdiği, “iki devletli” çözüme yani İsrail ile yan yana bir Filistin devletine olan desteğe dayanıyor.
Fakat İngiliz hükümeti, tek taraflı İsrail politikasının işgal altındaki topraklarda — özellikle yerleşimlerde — bağımsız bir Filistin’i imkansız kılan hakikatleri her geçen gün daha fazla gün yüzüne çıkardığını çok iyi biliyor.
Gelgelelim İsrail’in bu fikri çoktan öldürdüğü ve fiilen Büyük İsrail’i yaratmaya çalıştığı gerçeğine rağmen Britanya, iki devletli çözüm söylemini hâlâ kullanıyor.
Üstelik Batı Şeria’da İsrail’in kontrolündeki “C Bölgesi”nde [bölgenin yaklaşık yüzde 60’ı] ve Büyük Kudüs’te Filistinlilere uygulanan etnik temizliği ve bunun yanında, Gazze Şeridi’nde devam eden insanlık dışı ablukayı içeren bu tek taraflı politikanın daha acil sonuçlarına karşı gerçek bir adım atılmıyor.
Aynı ikiyüzlülük, İngilizlerin UCM’ye yönelik politikasında da ortaya çıkıyor. Boris Johnson kısa süre önce Birleşik Krallık hükümetinin UCM’nin, İsrail’in işgal altındaki topraklarda işlediği savaş suçlarını soruşturmasına karşı olduğunu teyit etti. Birleşik Krallık hükümetinin, “Filistin’in egemen bir devlet olmaması” nedeniyle UCM’nin de elinde kısmi anlamda “yargılama yetkisi bulundurmasını kabul etmediğini” söyledi.
Johnson’ın Dışişleri Bakanı James Cleverly, geçen hafta parlamentoda bu görüşü yineledi. İngiltere’nin UCM soruşturmasına karşı çıkmasının sebebinin “İngiltere’nin şu anda Filistin devletini tanımaması” olduğunu dile getirdi.
Britanya’nın iki devletli çözüm konusundaki tutumu tamamen onun kusuru değil. Bunu Filistin Yönetimi’nin kendisi desteklediği müddetçe Britanya’nın da desteklememesi beklenemez.
Ancak bu “çözümün” uzun bir zamandır morga olduğu ve kimsenin bu cenazeyi kaldırmaya cesaret edemediğinin ayırdında olmak önemli.
Bu fikrin ölümü, Britanya gibi ülkeler iki devletli çözümü yüzeysel olarak desteklemeyi sürdürürken İsrail’in uluslararası alana hayırla anılan, tam teşekküllü bir apartheid devleti olarak yerini sağlamlaştırması anlamına geliyor.
İç ve dış politika
Birleşik Krallık’ın dolaylı olarak İsrail’e tehcir politikasını sürdürmesi hususunda sunduğu destek, İsrail lobisinin bu konuda düşünce özgürlüğüne başarılı bir saldırı başlatmış olduğu iç politika aracılığıyla emniyete alınıyor. Eski İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn’in şeytanlaştırılması ve partide kurumsal antisemitizm olduğuyla alakalı mesnetsiz iddia bunun bir parçasıydı.
Birleşik Krallık hükümetinin, Uluslararası Holokost Anma İttifakı’nın (IHRA) tartışmalı antisemitizm tanımını benimsemesi, İngiliz iç politikasının İsrail ve Filistin’e yönelik dış politikadan ayrı tutulamayacağına işaret ediyor.
Mevcut haliyle bu tanım, İsrail devletinin ve Filistinlilere dönük politikalarının ciddi bir biçimde eleştirilmesine izin vermiyor. Bu, sivil toplumun, Birleşik Krallık’ın bu konudaki dış politikasını şekillendirmede anlamlı bir rol oynamasını engelliyor.
Hem Yerel Yönetimlerden Sorumlu Bakan Robert Jenrick hem de Eğitim Bakanı Gavin Williamson, geçen yıl IHRA’nın tanımlamasını benimsemeyen üniversitelerden devlet fonlarını çekme tehdidinde bulunmuştu.
Meselenin bu şekilde silaha dönüştürülmesi, Filistin’in üniversitelerde açıkça konuşulmasını bastırmayı amaçlıyor ve bu, İngilizlerin İsrail ve Filistin’e dönük genel politikasının bir parçası olarak görülmeli.
İsrail’e doğrudan desteğin bir fazlası da Britanya ordusundan geliyor. Geçen aralık ayında Britanya ile İsrail askeri işbirliği anlaşması imzaladı. Britanya Savunma Bakanlığı, 2018’den beri İsrailli silah firması Elbit’ten 46 milyon pound değerinde askeri teçhizat satın aldı.
İsrail de İngiliz askerleri de mevcut, kabul edilmelidir ki az sayıda, ancak İsrail Savunma Kuvvetleri’ne eğitim hizmetleri sunuyorlar.
Britanya, 1948’de Filistin halkının başına gelen felakette çok önemli bir rol oynadı ve ardından Filistinlilerin haklarını ve ana yurtlarında normal bir hayat sürme yönündeki temel taleplerini göz ardı eden politikaları sürdürdü. Bu yüzyılda Britanya, Avrupa’nın, İsrail’in sahadaki eylemlerine dokunulmazlık sağlayan daimi politikasının parçası oldu. Bu duruş, İngiliz sivil toplumunun geçmişe yönelik mesuliyet duygusunu ve İsrail’in Filistinlilerin haklarını sistematik olarak suistimal etmesi konusundaki kaygısını yansıtmıyor. Birleşik Krallık’ın “hâlâ Nakba’yı yaşayan” yaşayan bir halka ve ülkeye yönelik köhne, yanlı ve ahlaktan yoksun politikayı acilen değiştirmesi gerekiyor.