Greenwashing Nedir? -2

Greenwashing Nedir? yazısının birinci bölümü için tıklayın.

decolonizepalestine.com sitesinden çeviren: Öykü Altunbaş

Günümüzde Greenwashing 

Maalesef günümüzde de durum geçmişten çok farklı değil. Kolonyalizmi meşrulaştırma çabaları uygarlık ölçütlerine uyumlanarak çirkin yüzünü yeni biçimlerde gösteriyor; iklim değişikliğinin gelip çatmasıyla kaynaklar temelinde beliren çevresel kaygılara sığınmak da bunlardan biri. İsrail Devleti’nin her Dünya Günü’nde zirveye çıkan yeşil kampanyalarının esasında da bu var. 

Günümüzün en önde gelen Greenwashing örneklerdeninden biri de İsrail’in “dünyanın en vegan ülkesi” şeklinde pazarlanması ve İsrail ordusunun vegan politikalarıdır ki tüm bunlar tıpkı diğer Greenwashing örnekleri gibi oldukça tutarsız ve çelişkilidir. Filistin Hayvan Hakları Birliği yöneticisi Ahmad Safi, BBC’nin İsrail ordusunun “vegan savaşçılarıyla” yaptığı söyleşinin kendisini özellikle hayrete düşüren bir kısmına değiniyor: “Asker, beslenme biçiminin kendisi için çok önemli olduğunu öyle ki şayet hiçbir canlı varlığa zarar vermeyeceği koşulları sağlamasaydı orduya yazılmayacağını söylüyordu.” Bu sözlerden, söyleşi yapılan askerin Filistinlileri “canlı varlıklar” olarak görmediği dışında bir fikre varılamayacağı sonucuna varan Ahmad Safi’ye katılmamamız elde değil. Safi, şu soruyla devam ediyor:

“Beni tekmeleyen botun vegan olup olmaması ya da amcamı öldüren nişancının başındaki şapkanın yün değil de polyester olması benim yaşadıklarımı ve arkadaşlarımın, ailemin, yurttaşlarımın yaşadıklarını farklı kılıyor mu?” 

Bir başka Greenwashing örneği de İsrail’in Mayıs 2015’te Herkes İçin Sürdürülebilir Enerji (SEforALL) küresel girişimine sunduğu beyandır. İsrail’in Birleşmiş Milletler elçisi Ron Prosor İsrail’i yenilenebilir enerjinin araştırılması ve gelişitirilmesi için bir merkez olarak nitelendirmiştir ve İsrail’in “sürdürülebilir enerji öncülerinden” birinin “Her birimize eşit ışık sunan, aynı zamanda hiçbirimize ait olmayan güneşin bize bol miktarda enerji sağlayabileceğini ve böylece doğal olarak barışa önayak olabileceğini fark etmeliyiz.” sözlerini alıntılamıştır.

Heyhat! Bu sözler ne kadar etkileyici ve dokunaklı olsa da gerçeklik böyle toz pembe değil. İsrailli ve çok uluslu şirketler işgal altındaki Batı Şeria ve Gazze’de başlatılan ve sürdürülen ticari projeler ve yerleşim planlarının büyük miktarlardaki kârlarını elde ederken Filistin halkı güneş enerjisi üretimi potansiyelinden yararlanabilmekten tamamen mahrum durumda. Filistin ekonomisi tahrip ediliyor ve İsrail enerji şirketlerine bağımlı olmaya sürükleniyor. Tek başına Ürdün Vadisi dahi aldığı yıllık 3000 saatlik güneş ışığı miktarı ve yüksek ışınım seviyesi ile Filistin’in enerji ihtiyacını mükemmel biçimde karşılayacak güneş enerjisi potansiyeline sahipken İsrail kendi ticari kullanımı için enerji üretim sahaları inşa ediyor; buralardan illegal İsrail yerleşimlerine kesintisiz enerji sağlanırken komşu Filistin kasabaları elektrik kesintileriyle boğuşuyor.

Prosor tarafından alıntılanan sözlere dönersek, evet güneş herkese ait olmalı; ancak, İsrail yıllardır Filistinlilere bağışlanan güneş enerjisi panellerini dahi imha ediyor ve cezasız kalıyor. İsrail bu panelleri “illegal” kabul ederek Filistin’in altyapı inşasını zorlaştırmayı hedefliyor. İsrail, bugüne kadar İspanya, Hollanda ve İrlanda tarafından Filistin’e bağışlanan güneş enerjisi panellerini imha etti. Ve dahi 7 Avrupa Birliği ülkesi İsrail’in bu gaddar imhaları durdurması için çağrıda bulundu. (http://www.hlrn.org/activitydetails.php?title=EU:-7-States-Demand-Israel-End-Demolitions&id=p2hpag==#.YS5Md44zZPZ)

Benzer bir diğer örnek de İsrail’in atık su geri dönüşümüyle ilgili lanse edilen büyük ustalığıdır. İsrail ve İsrail taraftarı gruplar düzenli olarak İsrail’in atık su geri dönüşümünün reklamını yapıyorlar; İsrail’in su idaresi stratejisine atık su geri dönüşümünü merkezi bir bileşen olarak ekleyen dünyadaki ilk ülke olduğuna dair anlatıyı yineliyorlar ve bunları İsrail’in çevre hizmetkârlığının kanıtları olarak sunuyorlar. Halbuki tüm bu retorik İsrail’in sulama için kullandığı atık suyun kötü ön arıtma sistemi, yetersiz inceleme ve müsamahakâr standartlarla nasıl da büyük bir çevre ve sağlık hasarı kaynağı olduğunun üzerini örtüyor. (https://yorkspace.library.yorku.ca/xmlui/handle/10315/34838 )

Yüksek yoğunlukta patojen, ağır metaller ve organik kirlilik içeren tortulaşmış yağ da İsrail tarafından atık su geri dönüşümünün bir yan ürünü olarak üretiliyor ve İsrail Çevre Koruma Bakanlığına göre İsrail, bu tortulaşmış yağın yaklaşık yarısını (%46) doğrudan denize boşaltıyor. Bugün tortulaşmış yağ öteki kirlilik kaynaklarının bütününden açık ara farkla Akdeniz’deki en büyük kirlilik kaynağı olarak gösteriliyor. (https://www.jstor.org/stable/j.ctt6wrd0b

Ayrıca, İsrail yanlıları damla sulama ve tuzdan arındırma tekniklerinden düzenli aralıklarla ve büyük bir coşkuyla bahsederek İsrail’in bir “su uzmanı” olduğunu iddia ediyorlar. Siyonist projeden önce Filistin’de suyun çok az bulunduğundan, bugün İsrail olmasa durumun yine böyle olacağından ve komşu “Ortadoğu” ülkelerinin bu hususta İsrail’den öğrenecek çok şeyleri olduğundan sıkça dem vuruyorlar. Gayet tabii her türlü su kaynağı üzerinde onu çıkarabilecek, çalabilecek ve istifleyebilecek hakimiyetiniz varsa suya dair bir üstünlük elde etmeniz çok zor değil. Çevre üzerine çalışan Filistinli akademisyen Sharif S. Elmusa, İsrail’in su politikasını suyu çeken bir sünger olarak tanımlıyor. Bu doyumsuz sünger, Batı Şeria’nın suyunun %73’ünü kullanıyor, %10’unu illegal yerleşimlerine yönlendiriyor, kalan %17lik suyu da Filistinlilere satıyor (https://digitalcommons.wcl.american.edu/cgi/viewcontent.cgi?article=1404&context=sdlp

Aynı zamanda bu doyumsuz sünger, bugün Batı Şeria ve Gazze’deki yeraltı su kaynaklarının da %80’inden yararlanıyor.

(http://poica.org/2016/08/the-occupied-palestinain-territory-runs-dry-as-israeli-settlements-lavish-water-on-swimming-pools/ )

Şunu da eklemeliyiz ki İsrail, Filistin halkının Ürdün Nehri’nin su kaynaklarının çok büyük bir kısmına erişimini engelliyor, üstelik Ürdün Vadisi’nin yalnızca %3lük bir kısmı sözde 1967 sınırlarına dahil olduğu halde. Ve aynı İsrail, topraklarının kuzeyinde bulunan Ürdün Nehri ile Taberiye Gölü’nün sularının büyük bir kısmını kendi topraklarının merkez ve güney kısımlarına aktarıyor. Bu sapma Ürdün Nehri’nin debisini ağır biçimde azaltıyor; 1900 yılında Ürdün Nehri’nin güneyine akarak Ölü Deniz’e ulaşan su miktarı yıllık 1.1 milyar metreküptü; günümüzdeyse yıllık ancak 50 milyon metreküp ve bu miktarın çoğunluğunu Ürdün Vadisi’nin kuzeyindeki İsrail yerleşimlerinin kanalizasyon suyu oluşturuyor. Bugün Ürdün Nehri’nin su seviyesi öylesine az ki nehir artık Ölü Deniz’i besleyemiyor. (https://www.middleeasteye.net/opinion/israels-desalination-miracle-santa-claus-and-other-fairy-tales ) Seviyedeki bu düşüş obrukların oluşmasına ve Filistin çevresindeki akiferlerden yükselen yeraltı suyunun denize akmasına neden oluyor. Bunun sonucunda akiferler boşalıp kuruyor. Ayrıca, bu esnada Taberiye Gölü’nün görece tuzlu suyu Naqab’ın sulanması için kullanılan suya karışıyor ve bu durum toprağın da tuzlanmasına neden oluyor. 

İsrail ordusu kaç dönüm olursa olsun dilediği araziyi “kapalı askeri alan” olarak deklare etme özgürlüğüne sahip. Nitekim Susya’da yaptığı da bu ve dahi köylülerin yağmur suyundan yararlanmalarını sağlayan 13 sarnıça erişimlerini engelleyerek köydeki su kıtlığını daha da kötü boyutlara taşıyor. Bu esnada Susya’nın hemen yanındaki illegal İsrail yerleşimlerinde bolca su var; İsrailli yerleşimcilerin yüzme havuzlarının yanı sıra iyi sulanmış bağları, şifalı bitki çiftlikleri ve çimenlikleri var ki kuraklık sezonunun ortasında dahi yemyeşiller. Bu yerleşimler, kapılarının hemen eşiğindeki susuz ve kurak Filistin köyleriyle keskin bir tezat içinde. Bahsi geçen örnek münferit bir vaka değil, belirlemeler gösteriyor ki bütün olarak bakıldığında İsraillilerin su tüketimi işgal altındaki topraklarda yaşayan Filistinlilerden en az 4 kat daha fazla. (https://www.amnesty.org/en/latest/campaigns/2017/11/the-occupation-of-water/

Filistinliler günde kişi başı 73 litre su tüketiyorlar ve bu miktar Dünya Sağlık Örgütü tarafından önerilen günlük kişi başı su tüketim miktarı olan 100 litrenin oldukça altında. Birleşmiş Milletler İnsani Yardım Koordinasyon Ofisi, Batı Şeria’daki dağınık yerleşimlerde binlerce Filistinlinin günlük su tüketim miktarının 20 litreye kadar düştüğünü belirtiyor. İsraillilerin kişi başı ortalama günlük su tüketimiyse yaklaşık 300 litre.

İsrail’in bir başka gurur kaynağı da yerleşimci kolonyalizmin yaygın biçimde başvurduğu, oldukça tanıdık bir Greenwashing politikası: Belirli sahaları ulusal park olarak dizayn etmek. İsrail, Batı Şeria, Doğu Kudüs ve Golan Tepeleri’ndeki 70’ten fazla ulusal parkla çokça övünüyor. Tüm bu ulusal parklar, İsrail’in kolonyal genişlemesi üzerinde yeşil bir maske işlevi görüyorlar ve bunun yanı sıra bölgenin yerli halkına, Filistinlilere ait toprakların doğal alan olarak dekare edilmesiyle Filistinlilerin tarım yapmasının önüne de büyük bir engel koyuluyor; Filistinliler önemli bir gelir kaynağından ve yaşam biçiminden mahrum ediliyor. Qana Vadisi’nde yapılan tam da budur. (https://www.btselem.org/area_c/20170521_olive_trees_uprooted_in_wadi_qana )

Kimi Filistinliler bu engellere zeytin ağaçları dikerek direnseler de İsrail yönetimi bu ağaçları düzenli olarak söküyor ve onlara el koyuyor. Ancak İsrail, doğal kaynak olarak deklare ettiği bölgelerde kendi yerleşimcilerinin illegal aktivitelerine tamamen kör; büyük çapta yapılar ve yollar inşa etmek ve dahi atık sularını vadiye boşaltmak yerleşmcilerin doğal alanlarda yapmakta serbest olduğu aktiviteler arasında. Bugün Yaqir, Nofim ve Karnei Shomron yerleşimlerindeki 100 kadar ev doğal alanlar üzerinde inşa edilmiş durumda; bu evlerin üzerine inşa edildiği doğal alanların yerleşim alanlarına çevrilmesini içeren planlar 2014 yılında ortaya konulmuştu. 

Doğu Kudüs’teki bazı ulusal parkların herhangi bir yeşil görünüm, doğal veya ulusal bir zenginlik ya da anlam içermemesi (https://www.btselem.org/download/gan_czavim/en.html )bu parkların asıl amacının çevreyi korumak değil Filistinlilerin bölgede yapılar inşa etmelerini engellemek olduğunu açıkça gözler önüne seriyor. Bu ulusal parklar, Bimkon adlı sivil toplum kuruluşu tarafından “Yeşil İsrail Yerleşimleri” olarak adlandırılıyor. (https://www.thenationalnews.com/world/mena/ngos-slam-israel-land-grab-strategy-in-east-jerusalem-1.359874 )

Güney Afrikalı coğrafyacı Maano Ramutsindela’nın yazdığı gibi (https://www.springer.com/gp/book/9781402028427 ) bu türden ulusal parklar, doğanın ancak insan ondan uzak tutulursa korunabileceği şeklindeki yaygın Batılı bakış açısına hitap ediyor. Dahası, tıpkı ABD’de ve Apartheid dönemi Güney Afrika’da olduğu gibi bu ulusal parklar yerel halkı yerinden ediyor, onların mülklerini gasp ediyor, gıda elde etme yöntemlerinin önüne set çekiyor ve eninde sonunda çevreye yaradan çok zararı dokunuyor. (https://uk.sagepub.com/en-gb/mst/encyclopedia-of-environment-and-society/book228938 ) Bir alanın kendisine ait koşullarda kalmasını engellemek için uygulanan tüm bu taktikler doğal süreçlere müdahale ediyor, canlı çeşitliliğini azaltıyor ve çevrenin sağlığını tahrip ediyor.

Tüm yerleşimci kolonyalizm biçimleri gibi Siyonizm de doğal süreçleri, canlı çeşitliliğini ve genel olarak ekosistemin sağlığını hesaba katmıyor. Yerli halka uygulanan vahşetler içinde insanlar ve doğa arasındaki hassas bağ önemsenmiyor. Bu konu bizi yeniden Ulusal Yahudi Fonu’na ve Hula Gölü’nü çevresindeki sulak alanlarla beraber kurutmayı başararak pek çok çevresel felaketin yanı sıra bölgeye özgü birçok flora ve faunanın yok olmasına neden olan çevresel “dehaya” götürüyor.

(http://www.ijan.org/wp-content/uploads/2015/10/FINAL-JNFeBookVol4.pdf )

Gölün yer aldığı vadiyi verimli bir tarım arazisine çevirmeye yönelik başarısız girişimlerin ardından, 1994 yılında bu drenaj projesinin etkileri tümüyle meydana çıktığında Ulusal Yahudi Fonu verilen zararı geri almak için örneğine rastlanmamış bir işe girişti; gölü kısmi olarak yeniden sulandırma çalışmalarına başladı. Gayet tabii tüm bunlar Siyonistleri İsrailli yerleşimcilerin Filistin’i bataklıklardan nasıl da kurtardıklarına dair konuşmaktan alıkoyamadı.

Ulusal Yahudi Fonu’nun hayır organizasyonu kisvesi altında en sık yaptığı etkinlikler kolonyal amaçlarla utanmazca kullandıkları ağaç dikme kampanyaları. (https://open.library.ubc.ca/soa/cIRcle/collections/ubctheses/831/items/1.0092127 ) Ağaçları tartışma çıkarmayacak metalar şeklinde gören bu yapı, etkinliklerine politik ve ekonomik destek toplamak, aynı zamanda son derece ideolojik ve politik maksatlarını saklamak için onları sömürüyor. Ağaçlar, Siyonizmin bu toprakları Filistinlilerin yapamayacağı şekilde “iyileştirmesinin” ve İsrail’e ait hayali geçmişin simgesi olarak kullanılıyor.

Gerçeklere baktığımızdaysa Ulusal Yahudi Fonu güçbela gizleyebildiği Filistlinlilerin mülklerini gasp etme amacını bir kenara bırakalım, yaptığı işlerle çevreye zarar veriyor. (http://www.ijan.org/projects-campaigns/stopthejnf/e-book-v-4/ ) Ağaç dikme biçimleri, kullandıkları tehlikeli kimyasallar ve bölgenin yerel türü olmayan ağaçları defalarca dikmeleri felaketlere neden oluyor. Örneğin çam ağaçlarının geniş alanlara dikimi bugüne kadar yerel habitatın büyük kısmını yok etti ve dahi pek çok büyük orman yangınına neden oldu ki bu yangınlardan birinde 42 kişi öldü. (https://electronicintifada.net/content/carmel-wildfire-burning-all-illusions-israel/9130 )

“Ulusal Yahudi Fonu, Carmel Ulusal Parkı’nın kurulması için yüzbinlerce ağaç dikti. Bu ulusal park Carmel Dağı’nın güney yamacında, İsviçre Alplerine benzerliğinden ötürü ‘Küçük İsviçre’ adıyla anılan bir alanda kuruldu. Tabii ki Ulusal Yahudi Fonu’nun diktiği yerli olmayan ağaç türleri çevreyle uyum sağlayamadı. Yine Ulusal Yahudi Fonu’nun Kudüs yakınlarında bir sahada diktiği fidanların çoğu hayatta kalamadı, bu nedenle sıkça yeniden dikim yapılıyor. Pek çok yerde çam ağaçlarının yerel bitki türlerini öldürdüğünden ve ekosistemde büyük zarara yol açtığından bahsetmeye gerek yok. Ve dahi Carmel yangınında gördüğümüz gibi Ulusal Yahudi Fonu’nun diktiği ağaçlar, kuru ve sıcak havalarda kav gibi tutuşuyor.”

En çirkin ve kötücül olan da şu ki Ulusal Yahudi Fonu’nun ağaç dikme organizasyonu yaptığı yerler genellikle 1948’de Nekbe sırasında etnik kıyıma uğramış ve yıkılmış Filistin köyleri. Örneğin bahsi geçen çam ağaçları Filistin’in El-Trina köyünün kalıntıları üzerine dikilmiştir; amaç Filistinlilerin geçmişte bu topraklarda var olduklarının kanıtlarını görünmez kılarak Filistinlilerin fiziksel görünürlüğünü ortadan kaldırmaktır. (https://open.library.ubc.ca/soa/cIRcle/collections/ubctheses/831/items/1.0092127 )

İsrail’in Çevresel Irkçılığı ve Neden Olduğu Tahribat

Siyonistlerin son Greenwashing faaliyetlerinden bahsederken İsrail’in çevresel tahribatına dair gerçeklere biraz değinmiştik. Bu bölümde tahribatı daha derinden inceleyeceğiz ve Filistinlilere yönelik çevresel ırkçılığın boyutlarına yakından bakacağız.

En belirgin örneklerden biri İsrail’in adını Kişon olarak değiştirdiği, Hayfa yakınlarındaki El-Mukatta Nehri. Nehir, yılladır Hayfa’daki petrokimya endüstrisinin asidik atıklarıyla kirletiliyor. Bir zamanlar bölgenin cam damarı olan nehir “kokuşmuş bir zehir çukuruna çevrilmiş durumda.” (http://news.bbc.co.uk/2/hi/middle_east/941317.stm ) İnsanlar, elinizi nehre daldırıp bir süre tutarsanız zehrin elinizi yakmaya başlayacağını söylüyor. Bakterilerin dahi nehirde hayatta kalamadığı rapor ediliyor ve testler gösteriyor ki suya daldırılan balıklar üç dakikadan daha az bir süre yaşayabiliyor. Bu nehrin İsrail’in en kirli nehri olduğu söyleniyor ve İsrail Çevre Bülteni editörü Shoshana Gabbay şunu belirtiyor ki bu nehir asla İsrail’deki tek kirli nehir değil. Ürdü Nehri’nin kaynak kısmı ve onun kolları dışındaki tüm nehirlerin beklenen akıbetleri kasvetli: yavaş ve acılı bir ölüm. Endüstriyel boşaltım, yerleşim yerlerinden gelen kanalizasyon atıkları, aşırı pompaj ve genel kötüye kullanım sonucu nehirler ya kuruyor ya da kanalizasyona dönüşüyor.

1948’de çaldığı Filistin topraklarını kirletip tahrip etmekle tatmin olmayan İsrail, Batı Şeria’ya da kanalizasyon ve kirlilik boşaltma alanı muamelesi yapıyor. (https://www.jstor.org/stable/20007695?seq=1 ) Batı Şeria’ya İsrail yasalarından önemli ölçüde daha az çevresel koruma sunan Eski Ürdün yasasını kullanarak kendi ekonomisine kazanç sağlıyor. Örneğin 2014 yılından itibaren İsrail’in çevreyle ilgili yasalarının kabaca yarısı Batı Şeria’da uygulanmadı ve bölgede İsrail’e ait kirlilik kaynağı fabrikaların kurulması teşvik edildi.

Örneğin pestisit ve suni gübre üreten Geshuri Sanayi Şirketi, İsrail toprağı, halk sağlığı ve tarımı üzerinde neden olduğu olumsuzluklardan ötürü 1982’de İsrail mahkemelerinden çıkan bir kararla yeşil hat dahilinde bulunan Kfar Saba’dan Batı Şeria’daki Tulkerim yakınlarında bir alana taşındı. (https://www.jstor.org/stable/20007695?seq=1 ) Bu örnekte ayan beyan görülen şudur ki İsraillilerin sağlığı açıkça Tulkerim’in Filistinli halkınınkinden daha önemli addedilmiştir ve bu bariz bir çevresel ırkçılık örneğidir. Ampirik bir çalışma bu endüstriyel kirliliğin Tulkerim’i hem çevresel olarak hem de sakinlerinin sağlığı açısından harap etmiş olabileceğini ortaya koyuyor: Tulkerim halkı, Batı Şeria’nın diğer bölgelerinde yaşayanlara kıyasla çok daha yüksek kanser ve astım oranlarına sahip olmalarının yanı sıra göz ve solunum anomalileriyle de daha sık karşılaşıyorlar. (https://www.thelancet.com/journals/lancet/article/PIIS0140-6736(13)62601-X/fulltext ) Fabrikanın kimyasal atıkları Tulkerim’in etafındaki tarım arazilerine zarar verdiğinden ağaçlar yeşilliklerini kaybetmiş ve toprağın verimli doğası mahvolmuş durumda. Filistin pazarlarında satılan sebzeler bu fabrikanın çok da uzağında yetişmiyor. 

Tabii ki Gazze Şeridi de İsrail’in çevresel tahribatından nasibini alıyor. Bir silah ihracatçısı olan İsrail, pek çok silah testini kuşatma ve abluka altındaki bölgede yapıyor. Bu savaş hali, insanlara ödettiği korkunç bedelin yanı sıra doğal olarak büyük ekolojik hasarlara da neden oluyor. Silah üretimi ve testten geçirilmesi büyük bir kirliliğin yanı sıra oldukça zararlı ve tehlikeli atıklar meydana getiriyor.

Filistinli sivil toplum kuruluşu PENGON tarafından İsrail’in 2014 yılındaki Gazze savaşının çevresel etkileri üzerine yayınlanan değerlendirmede Gazze’nin İsrail kuşatmasından ötürü zaten yaşadığı çevresel tahribatı savaşın nasıl alevlendirdiğini ortaya koyuyor.  (https://ceobs.org/pengo-2014-war-on-gaza-strip-participatory-environmental-impact-assessment/ ) 2010 yılında Gazze’deki suyun neredeyse %95’i aşırı kirlilikten ötürü içime uygun değil olarak sınıflandırılmıştır. Bu kirlilikte, Gazze’nin kıyı akiferindeki yer altı sularının aşırı pompajının yanı sıra İsrail’in 2008 yılındaki Dökme Kurşun Operasyonu’nun neden olduğu 600.000 tondan fazla atık büyük etkiye sahiptir; bu atıkların içinde bulunan asbest, yağ, benzin gibi maddeler Gazze’nin suyuna bulaşmıştır. Peki, bugün Gazze’nin suyunu iyileştirmek ya da atık suyu işleyip değerlendirmek mümkün mü? Maalesef, hayır. Gazze’de bu işlemlerin gerçekleştirilebileceği araçlar mevcut değil; İsrail 2007’de aldığı kararla Gazze’ye bu işlemleri yapabilmek için gerekli ekipman ve malzeme girşini yasakladı.

İsrail’in 2014 yılındaki savaşıyla birlikte atık su işlenmesi neredeyse tamamen durdu. Haliyle milyonlarca metreküp atık su, hiçbir işlemden geçmemiş vaziyette denize boşaltıldı. Bu boşaltımla deniz ve çevresinin durumu daha da ağırlaştı; Gazze’nin deniz kıyısının %70’i dinlenmek ve eğlenmek için vakit geçirilemeyecek koşullar içinde kaldı. Aynı zamanda savaş Gazze genelinde atmosferik partikül madde kirliliğine neden olan 2.5 milyondan fazla yıkım atığı meydana getirdi. Ağır bombardımanlar, kurum, çeşitli kimyasallar ve partikül maddeleriyle hava kirliliği oluşturan yangınlar çıkardı.

Dahası, İsrail Gazze’nin elektrik santralinin yakıt depolarına saldırarak açıkça iki milyon litre dizelin yanmasına, bunun sonucunda havanın daha da kirlenmesine neden oldu. Bu esnada Gazze’nin su ve kara altyapısı, tarlaları, ağaçları, mahsulleri, kümes ve çiftlik hayvanları yakılıp yıkıldı. Çoğunluğu zeytin, narenciye ve üzüm olmak üzere 250.000’den fazla ağacı, 1000’den fazla serayı ve sebze üretimi için ekilmiş on binlerce açık araziyi kapsayan 3450 hektar alan İsrail’in 2014 yılındaki Gazze savaşında doğrudan zarar gördü. 

Burada sunulan bilgiler İsrail’in neden olduğu çevresel tahribatın ve kolonyal ırkçı pratiklerinin yalnızca yüzeyine atılmış bir çizik niteliğinde; İsrail’in yapıp ettiklerinin oldukça az bir kısmını içeriyor. Ayrıca, yeşil ve “çevreci” bir kefenin altında yönetilmeleri umulan Filistinlilerle ilgili şu mutlaka hesaba katılmalıdır: Filistinliler, özellikle Batı Şeria ve Gazze’dekiler, iklim değişikliğinin yıkıcı etkilerine karşı en savunmasız topluluk. Öyle ki UNDP, İsrail işgalini başlı başına bir çevresel risk addediyor. (https://al-shabaka.org/briefs/climate-change-the-occupation-and-a-vulnerable-palestine/#easy-footnote-bottom-4-9829 ) İsrail’in Filistin politik toprak düzenini parçalamış olması, Apartheid duvarı, arazi gaspları, İsrail yerleşimlerinin daimi genişlemesi ve yerleşimci şiddeti bu riski oluşturan ögelerden bazıları. Umarız ki bu yazı sizlere düşünecek ve araştıracak çok şey verir ve sizleri yalnızca Greenwashing kampanyaları ile söylemlerinin farkına varmaya değil, toprağımız ve kaynaklarımız üzerindeki Filistin egemenliğini korumak ve savunmak için harekete geçmeye, bir şeyler yapmaya da yönlendirir.