Mısır’daki elverişli koşullar, 1928 ve 1952 yılları arasında Hasan el-Benna liderliğindeki Müslüman Kardeşler grubunun ülkenin neredeyse tamamına kanser hücresi gibi yayılmasına olanak tanıdı.
O dönemde Mısır, sosyal adaletten yoksun bir liberalizm çağına tanıklık etti; alt, orta ve üst sınıflar arasında geçişkenliğe imkan tanımayacak bir tür kast söz konusuydu. Ancak gazetecilik ve edebiyat alanlarındaki serbestlik, genç kesimin farklı tarzlarda örgütlenme girişimlerinin önünü açmış oldu. Bu süreçte Ahmed Hüseyin liderliğinde Genç Mısır Partisi [diğer bir deyişle Mısr el-Fetih] gibi sol spektrumda yer alan partiler kuruldu. Gençler arasında kitlesellik anlamında en çok yol kat eden yapılanma ise aşırı-sağcı Müslüman Kardeşler grubuydu.
Geriye kalan gençler ise harp okullarına girerek Mısır ordusuna katıldılar ve ordu bünyesinde çeşitli muhalif kesimlerden yurttaşların yer aldığı “Özgür Subaylar Hareketi”ni kurdular. Bu hareket, 1952’de Albay Cemal Abdülnasır liderliğinde yapılan askeri darbeyi tam teşekküllü bir devrime dönüştürdü.
26 Ekim 1954’te Müslüman Kardeşler, Abdülnasır’a bir suikast girişimi düzenledi, bunun ardından örgütün çok sayıda mensubu yakalanarak hapse atıldı. Fakat bazıları da Suudi Arabistan’a kaçtı. Dolayısıyla sırf bu sebepten bile Abdülnasır önderliğindeki Mısır ve Suud krallığı arasında bir çatışma kaçınılmaz görünüyordu. Abdülnasır’ın Müslüman Kardeşler mensuplarını ve örgütün Mısır’daki faaliyetlerini bastırması kolaydı. Fakat onun en iyi yaptığı şey Vahhabilik ve Selefi ideolojinin bölgedeki yayılımına engel olmaktı. Bununla birlikte Mısır’ın bir kutup olarak bölgedeki varlığı, Nasırizmin hem bölgede hem de Hicaz ve Necd topraklarında yayılmasına imkân tanıdı.
Hatta bazı Suudi prenslerin Özgür Subaylar Hareketi’ne öykünerek “Özgür Prensler” hareketini başlattıkları bir dönem de yaşandı. 1950’li yıllarda bilindiği üzere kısaca şunlar yaşandı; devrim, 1956 Süveyş Krizi, üçlü saldırganlık. Nasırizmin laik ve anti-emperyalist politikaları; uluslararası, bölgesel ve yerel siyasi ve kültürel atmosferi önemli ölçüde değiştirdi. ABD, İsrail’i desteklerken Abdülnasır, sömürgeci güçlere ve Amerikan kibrine meydan okudu. Mısır, o dönem bölge halklarının batı emperyalizminden kurtulma çabalarına öncülük ederken, doğal olarak SSCB hattında konumlandı.
Suud krallığı ise, uluslararası, bölgesel ve yerel düzeylerde Cemal Abdülnasır tarafından yaratılan bu yeni iklim karşısında ağır bir bedel ödedi. Nasırizmin uzun bir döneminde Suud krallığında protestolar ve huzursuzluklar yaşanmasa da nihâyetinde krallık, Nasırist bir muhalefetin Hicaz ve Necd topraklarında ilmek ilmek örüldüğüne şahit oldu. Suud krallığındaki yoksullar ve muhalifler, böyle bir siyasi iklimde Nasırist ideolojiyi kucaklamış bulundu; Nasır el-Said’in yaptığı şey buydu.
Diğer yandan Suud krallığı içerisinde Nasırist ideoloji ve propagandanın gelişimi, Kral Abdülaziz neslinin ölümünü ya da emekliye ayrılmasını izleyen yıllara denk gelir. O dönem yeni nesilden, yani hanedanlığın genç prenslerinden bir kısmı da laik bir eğitim alarak yeni fikirleri benimsemeye başlamıştı. Bu nesilde muhafazakârlar eğitim görenler bile çeşitli radyo yayınları dinleyerek yeni icatları kullanmışlardı. Yeni nesil, Kral Abdülaziz dönemindeki Necd kardeşliğinden ve din adamlarından çok daha açık fikirliydi.
Kral Abdülaziz’in ölümünü bir hanedanlık içi kriz takip etti ve bu, ülkede otoritenin en kırılgan olduğu dönemlerden birini teşkil ediyor.
Ardından Nasırizmin de etkisiyle Nasır el-Said liderliğinde yeni bir muhalif hareket doğdu ve aynı zamanda bu, köktenci Vahhabi muhalif örgütlenmelerden farklılıklar gösteriyordu.
Suudi Arabistan’da köktenciliğin yükselişine olanak veren en önemli faktörler arasında din polisi ve İslami üniversiteler bulunuyordu. Abdülaziz’in oğlu olan Kral Suud’un politikaları, bir noktada tahttan indirilene kadar ülkedeki muhalif hareketi tırmandırdı.
Petrol ve krallığın modernizasyonu
Suud krallığında petrol ihracatıyla başlayan modernizasyon, zamanla Vahhabi din adamlarının rolünü ve itibarını önemli ölçüde zedelemesinin yanı sıra hanedanlık mensuplarının bugün de olduğu gibi olağanüstü bir lüks içerisinde yaşadığı, alt sınıfınsa reformlar olmaksızın düşük ücretlerle, insanlık dışı koşullarda emek gücünü sattığı bir dönemi de beraberinde getirmiş oldu.
Petrol gelirlerinin dışsal etkisi, krallığın ABD’nin safında yer alması ve doğal olarak da Cemal Abdülnasır’a ve Sovyetler Birliği’ne karşı ciddi bir düşmanlık beslemesi olarak tanınlanabilir. Böyle bir iklimde [Kral Suud döneminde] Hicaz ve Necd topraklarındaki muhalif hareketler ve figürler, değişen derecelerde sosyalist düşünceye yönelmeye başladı.
Kral Suud döneminde petrol üretiminin geliştirilmesi
Önceki kral Abdülaziz, yaşamı boyunca krallığın yıllık milli gelirlerindeki büyük artışların petrol gelirlerinden kaynaklandığını gördü. Petrolün milli gelirlerdeki payı; II. Dünya Savaşı’ndan kısa bir süre önce 10 milyon dolar, 1948’de 60 milyon dolar ve 1952’de 160 milyon dolardı. 1953’e gelindiğinde — Abdülaziz öldüğünde — bu 250 milyon dolara ulaştı ve krallık, toplamda 757 milyon riyallik bir milli gelir elde etti. Kral Suud’un savurganlığı ve devasa harcamalarına rağmen saltanatının son yılında krallığın milli geliri toplamda 500 milyon dolara ulaşmıştı.
1959’a kadar Suud krallığında ilk petrol bazlı devlet bütçesi oluşturulana kadar devletin parası ve kraliyet hazinesi arasında bariz bir ayrım yoktu. Nitekim Kral Abdülaziz de Orta Çağ’da halifelerin yaptığı gibi devlet parasını kendi kişisel mülkü olarak değerlendirmişti.
Krallığın modernizasyon süreci içerisinde Maliye Bakanlığı, devlet parasının yönetimini üstlenmek ve kraliyet ailesi ile devletin finansmanı için tahsis edilen parayı ayırmak için kuruldu. 1958–59 bütçesine göre veliaht ve hanedanlık mensupları yüzde 17’lik bir pay sahibiyken, kralın kendisine de yüzde 19’luk bir pay ayrılmıştı. Babası Kral Abdülaziz’in aksine Kral Suud, özellikle petrol gelirlerinin kademe kademe artmasıyla birlikte savurganlığı devasa boyutlara taşıdı.
Petrol gelirlerinin kraliyet ailesine getirdiği refah
Kral Suud döneminin en büyük harcamalarından biri Nasıriye kentinin yıkılarak tamamen yeniden inşa edilmesi oldu. 8 kilometrekarelik kente 8 milyon riyal değerinde onlarca saray yapıldı, 43 milyon riyallik bir altyapı inşa maliyeti söz konusu oldu. Bununla birlikte Kral Suud, saraylarının her eskidiğini düşündüğünde kent yıkılarak yeniden inşa edildi ve belirli zaman aralıklarında tekrarlanan bu uygulama tamı tamına 850 milyon riyale mâl oldu.
Nasıriye kentinde prensler için okullar, spor ve sinema salonları ve paranın satın alabileceği daha birçok lüks bulunuyordu. Bunların arasında Kral Suud ve oğullarına aylık 350 bin dolar karşılığında yemek hazırlayan Amerikan restoranları da vardı. Diğer yandan Amerikalı personeller, Nasıriye’de yer alan tüm tesisleri denetliyordu. El-Harc Çiftlikleri Projesi, Nasıriye’ye süt, tereyağı, tavuk, et vs. besinleri sağlamak için özel olarak kuruldu ve bu projenin maliyeti 27 milyon dolardı.
Eş zamanlı olarak o dönem El-Ahsa valisi iki deveyi çaldıktan sonra kesip yedikleri için 300 Bedevinin ellerini kestirmişti ve çalınan develerin bedeli olarak hepsine 600 riyal para cezası kesmişti. Aslında Kral Suud, babasının izinden gitmişti. Abdülaziz de ucuz iş gücü olarak kullandığı Bedevileri düşük ücretlere mahkûm ediyordu.
İdari örgütlenme
Kral Abdülaziz dönemindeki basit yönetimden farklı olarak petrolün keşfi ve dönüşen ekonomi, krallıkta karmaşık idari yapıların kurulmasına neden oldu. 1951 yılına kadar ülkede sadece üç bakanlık vardı; 1930’da kurulan Dışişleri, 1932’de kurulan Maliye ve 1946’da kurulan Savunma Bakanlığı. 1951 ve 1954 yılları arasında bunlara Eğitim, Tarım, Ulaştırma, Ticaret ve Sanayi Bakanlıkları da eklendi. 1960 ve 1962 yılları arasında bunlara altı bakanlık ve üç bakan daha eklendi. Bunun yanı sıra 1960’lı yıllarda demiryolları, havaalanları, madenler ve petrolün yönetim ve idaresi için yeni kurumlar oluşturuldu.
Kraliyet ailesinde refahın olağanüstü bir şekilde yükselişi ve Bedevi toplulukların gittikçe daha da yoksullaşması, sol eğilimli muhalif hareketlerin, özellikle de Nasır el-Said’in beslendiği temel toplumsal problemi tanımlar.
Vahhabi ulemaya karşı laik teknotratlar
Suud krallığında, Necd topraklarında yaşayan din adamları 20. yüzyılın başında Hicaz bölgesinde yaşayan ve dış dünyayla bağı görece daha gelişkin olan din adamlarına göre hem daha köktenci hem de daha nüfuzlu oldu. Bu nedenle Selefi eğitim, Abdülaziz’den önce Necd’de yine baskındı. Abdülaziz’den sonra hem Hicaz hem de Necd’in din adamları, Suudi yetkililerin kontrolüne girdi ve buna bağlı olarak krallık, modernizasyon ve Necd’e özgü Vahhabi köktenciliği arasında bir denge kurmak zorunda kaldı.
Suud krallığı, iktidar ve otoritesinin meşruiyetini tamamıyla bu din adamlarından — özellikle Riyad’dakiler — alıyordu ve Kral Suud’un öncülük ettiği “modernizasyon” bir bakıma din adamlarının pabucunun dama atılmasına sebebiyet verdi.
Kamu kurumları ve sosyal hizmetlerin yanı sıra belediyeler ve din kurumlarındaki karmaşık idari ve hiyerarşik yapı, din adamlarının rolünün her bakımdan marjinalleşmesine neden oldu. Bu süreçte din adamlarından oluşan şer’i yapılar ve meclislerin mensuplarında önemli bir azalma görülmüştü.
Ulema artık bağışlar, dini okullar ve Eğitim Bakanlığı’nın yönetiminde ve idaresinde herhangi bir etkiye ya da kontrole sahip değildi. Ayrıca, eğitim müfredatı artık dini konularla sınırlı kalmadı — Vahhabi din adamlarının tüm itirazlarına rağmen modern bilimler de müfredata dâhil edildi. Petrol gelirleri, kamu hizmetlerinin genişletilmesi ve özellikle yabancılarla ilgili yeni sorunlar ve anlaşmazlıklarla ilgili davalarla başa çıkaramadıkları için din adamları, nihâyetinde yargıdan da dışlandı. Kral Abdülaziz döneminde, 1930’lara kadar din adamları yargı üzerinde tam yetkiye sahipti. Fakat şer’i mahkemeler, ceza davalarının dışında petrol şirketleri arasındaki anlaşmazlıkları çözebilecek kabiliyete sahip değildi.
Buna bağlı olarak Kral Abdülaziz zamanla tıpkı devlet kurumlarında olduğu gibi yargı bünyesinde de sofistike bir yapı kurmak durumunda kaldı ve işleyişin devamı için modern/laik eğitim almış uzmanları istihdam etmek zorunda kaldı. Dolandırıcılık, yolsuzluk, ticari anlaşmazlıkları çözebilecek daha yetkin bir yargı sistemi ve denetim mekanizmaları kurma ihtiyacı doğdu.
Suudi yetkililer, modernleşme ve kalkınma politikaları dâhilinde din adamları üzerinde tamamen kontrol sahibi olabilmek için bir dizi komite ve konsey oluşturma yoluna gitti; bu amaçla, “erdemin teşviki ve suçun önlenmesi”, din araştırmaları, fetva düzenleme, kız çocuklarının eğitiminin denetimi, tebliğ, cami ve dini vakıfların denetimi gibi isimlendirmelerle komiteler kuruldu.
“Erdemin teşviki ve suçun önlenmesi” kurulan en eski komite olarak dikkat çekiyor; söz konusu komite, 1903’te Riyad’ın Abdülaziz tarafından fethedilmesinin ardından Abdülaziz İbn Abdüllatif el-Şeyh tarafından kuruldu. Bu komite, Mekke ve Yasrib’in bulunduğu Hicaz’a kadar, yarımadada Abdülaziz’in ele geçirdiği topraklarla birlikte genişledi ve bu komitenin yönetimi her zaman El-Şeyh ailesinin oğullarından birinin elindeydi.
Bunun yanı sıra komite mensuplarının belirli, tanımlanmış bir misyonu da yoktu; ilk başta camiler, pazarlar, caddeler ve kentler; halkın Vahhabi öğretisinin öngördüğü şekilde giyim-kuşamı denetlendi. Ancak Hicaz’ın fethinden sonra, buranın dış dünyaya kültürel olarak daha açık olduğunu gören komite, misyonlarının sayısını azaltmak zorunda kaldı.
Bu ahlâk zabıtalığı meselesi, Abdülaziz’e karşı ilk muhalif hareketlerin oluşmasına katkıda bulundu ve 1930 yılında zorunlu olarak komite mensuplarının elinden tutuklama yetkisinin alındığı bir kraliyet kararnâmesi çıkarıldı. Komite mensupları bu gelişmeden sonra sadece polise ihbar yetkisine sahip olabildi.
1930’lu yıllara kadar bürokratik işleyişi de denetleme görevlerini üstlenseler de daha sonra bunlar da Tarım, Adalet, Maliye, Sağlık, İçişleri Bakanlıkları ve belediyeler tarafından ellerinden alındı. Bunun ardından ahlâk zabıtalığı misyonu elinden alınan ulema, sınırlarını aşmalarına izin vermeyecek belli başlı görevlerin başına getirilerek sıradan bir kamu çalışanı muamelesi görmeye başladı. Ayrıca tebliğ, fetva düzenlemesi, din araştırmaları gibi misyonlar da doğrudan kral ve veliahtının kontrolüne girdi. Vahhabi saltanatını inşa eden ulemanın elinde kala kala Vahhabi öğretiyi krallık içinde ve dışında yayma misyonu kaldı.
Buna ilk tepki Selefi muhalefet hareketinin lideri Cuheyman el-Uteybi’den geldi ve hükümet kurumlarında çalışan ulemayı sert bir dille eleştirdi.
Diğer yandan Kral Suud’a karşı kurulan muhalif hareketler, hiçbir zaman bünyesinde din adamlarını barındırmadı, buna ihtiyaçları olmadı; zira karşılarında yeni rakipler, Suudi devletinin modernize edilmesine ve geliştirilmesine yardımcı olacak laik profesyoneller duruyordu.
Kral Suud’un saltanatında devlet tarafından istihdam edilen laik bilim insanlarında gözle görülür bir artış yaşandı. Bu laik kesim, 1952’de Abdülaziz’in Vahhabi akademisyenlerin tüm itirazlarına rağmen Genel Eğitim İdaresi’ni kurması yoluyla resmi olarak seküler eğitim çalışmalarına başladı.
Bu idare, 1953’te tüm branşlarda öğretmen yetiştirme ve yurt dışındaki üniversitelerde okumak için parlak öğrenciler göndermeye yönelik çalışmaların da ortaya çıkacağı Veliaht Prens Fahd’ın yönetiminde Eğitim Bakanlığı’na dönüştü.
Kral Suud döneminde Mekke’de şeriat ve öğretmenlik fakülteleri; kız çocuklarının eğitimi için okullar kuruldu ve eğitim sektörü harcamaları 1960–61 mâli yılında 168,8 milyon riyale ulaştı. Yine Vahhabi ulemanın itirazlarına rağmen 1959’da krallığın kadınların eğitim alma hakkını tanımasının ardından, 1960 yılında kız okulları yayılmaya başladı.
Kadınlar için üniversiteler ilk olarak 1960 yılında inşa edilmeye başladı, buna ilk Riyad Üniversitesi’yle başlandı ve sayıları daha sonra arttı. 1957’de Riyad’da bünyesine petrol ve madencilik fakültelerinin de dâhil edildiği Kral Abdülaziz ve Kral Suud Üniversiteleri kuruldu. Bu üniversitelerden mezun olan kuşak, Suud krallığının modernizasyon sürecine katılan profesyoneller ve teknokratlar hâline geldi ve tüm devlet kademelerinde istihdam edildi.
Birçoğu yüksek mevkilere ulaştı ve Kral Suud dönemini etkileyen laik seçkinleri oluşturdu. 1954 ve 1985 yılları arasında kraliyet ailesi dışında [laik eğitim almış] bakanlar atanmaya başladı. 1960 yılına gelindiğinde hanedanlık mensubu olmayan bakanların sayısı 5’e çıkmıştı; bunlardan 4’ü Kahire Üniversitesi mezunuydu ve 1’i de Teksas Üniversitesi’nden mezundu ve petrol bakanı yapıldı. Hepsi 30’lu yaşlarındaydı.
Bunu takiben Vahhabi/Selefi din adamları ve laik teknokratlar arasında gerilim yükseldi. Laik teknokratlar reformları ve sosyal, politik ve ekonomik gelişmeleri uygulamak istediler, din adamları ise bunlara şiddetle karşı çıkıyordu. Kral Suud, bu iki eğilim arasında denge kurmayı başarabilmişti. Fakt Kral Suud’un politikaları alt sınıfın, yoksulların koşullarını iyileştirmedi. Bu süreçte muhalif hareketler, yoksulların koşullarını iyileştirmek için acil reform ihtiyacını algılayarak sosyalizme yönelmeye başladı.
Reformun ve modernleşmenin yankıları köy sakinlerine ulaşmadı — hatta bazı Bedevi aşiretlerine hâlâ gitmedi. Fakat bazıları da erken uyanarak modernleşmeden kendi paylarına düşeni almak istediler; bir takım talepler, Suud ailesinden intikam alma çağrısını yükselten muhalif hareketlere dönüştü.
İşte Hael’de doğmuş olan Nasır el-Said öncülüğünde kurulan hareket, bunlardan biriydi ve en önemlisiydi. Aramco şirketi, Suudi toplumunu eğitim yoluyla modernleştirmede büyük rol oynadı. Avrupa ve ABD’ye okumaya gönderilen parlak öğrenciler, bilimsel ilerlemelerin ve dünyada neler olup bittiğinin farkındaydı ve yurttaşlık hakları ve sorumlulukları hakkında yepyeni fikirlerle donanmış olarak krallığa geri döndü.
Keza Nasır el-Said’in 11 Aralık 1953’te Hael kentini ziyaret eden Kral Suud’a seslenişi, modernizasyonun 1953’ten 1964’e kadar hüküm süren Kral Suud’un tebaasının büyük çoğunluğuna ulaşmadığını gösteriyor. Aynı zamanda eğitimi kendi menfaati için ilerleten ve kalifiye personel ihtiyacını karşılamak için yurt dışına öğrenci gönderen Suudi devlet petrol şirketi Aramco’nun bünyesinde de çeşitli skandallar yaşanıyordu.
Eğitimin yarattığı farkındalık, o dönem işçilerin Nasır el-Said önderliğinde birleşmesini sağladı. Kral Suud’a seslenen el-Said’in sözleri şöyle:
“… Biz, işçiler, bazılarımız işkence gördük ve kovulduk… Bazılarımız, yiyecek ve su olmadan kavurucu güneş altında dikenli tellerin ardındaki gruplara hapsedildi… Onlara sonunda yiyecek verildiğinde zehirliydi. Ey Kral Suud! 17 işçi öldü ve geri kalanı gastrik lavajla kurtarıldı… Sömürgeci Aramco, mutfak kazanları yeterince temiz olmadığı için zehirlenmenin kasıtlı olmadığını iddia etti… Bu doğru değildi… Filistinli bir doktor, zehrin sonradan eklendiğini ve bulduğu örneklerle kanıtlayabileceğini söyledi… İddialarımı ispat edebilirim…”
Aslında Aramco modernizasyon ekseniydi çünkü petrol gelirleri, krallık içinde ve dışında devlet politikalarını tanımladı. Petrol, Suud krallığını uluslararası toplumu etkileyen her gündemin odağı hâline getirdi ve krallık, petrol sayesinde Orta Doğu’daki Amerikan sömürgeciliğinin merkezi oldu.
Mısır’da Albay Cemal Abdülnasır önderliğinde gerçekleşen 1952 devriminden önce Nasır el-Said’i Suud ailesine karşı mücadeleye iten iki ana neden vardı: İlki yaşadığı bölgede Suud ailesine duyulan nefret, ikincisi insanlık dışı çalışma koşulları.
El Said 1923’te, Abdülaziz tarafından ele geçirilmeden önce Hael kentinde dünyaya geldi. Yazılarında El Said, Hael kentini Suud ordularına karşı korurken yaşamını yitiren aile fertlerinin isimlerini sayıyor: Abdullah İsa el-Said, Süleyman el-Said, Fahd el-Said… Nasır el-Said yine yazılarında büyükannesi Husna el-Said ile birlikte henüz daha çocukken cezaevine girdiğinden bahsederek, büyükannesinin, Hael valisi Musaid İbn Celavi tarafından bir hizmetçi aracılığıyla gönderilen sadaka parasını reddettiği, hizmetçiyi tartakladığı ve sonrasında tutuklandığını anlatıyor.
Böyle bir iklimde büyüyen El Said, genç yaşlarında devlet petrol şirketi Aramco’nun çalışanlarından biri oldu ve 17 Eylül 1947’de Rahima kentinde “Filistin Günü” dolayısıyla bir grup işçiyle Suud krallığının ABD ve Birleşik Krallık’a petrol ihracatını durdurması talebiyle bir yürüyüş düzenledi.
Yürüyüşü düzenleyen işçileri Prens Türki sakinleştirmeye çalışarak işlerine geri dönmeleri çağrısında bulundu — El Said liderliğindeki işçiler, Prens’in çağrısını reddetti ve hepsi tutuklandı. Sonrasında işçiler, El Ahsa valisi Suud İbn Celavi tarafından serbest bırakıldı.
Aramco grevleri
Aynı yıl Aramco, çalışma sistemini düzenleme adına bir mevzuat çıkardı ve bununla beraber işçilere sendikalaşma yasağı getirildi. Buna karşılık El Said, 1952’de sendikalaşma hakkının geri verilmesi talebiyle bir komite oluşturdu. Komite mensupları çok geçmeden tutuklansa da Aramco işçilerinin Ekim 1952’de, komite mensuplarının serbest bırakılması talebiyle gerçekleştirdiği grevin ardından tamamı salıverildi.
Sonuç olarak Aramco çok ciddi kayıplar yaşadı ve El Said, doğduğu kente, Hael’e sürgün edildi. 1953’te ise işçilerin Aramco yönetimine yaptığı baskıyla El Said, işe geri alındı.
Çok geçmeden Dahran kentinde El Said ve beraberindeki komitenin öncülüğünde, 6 bin 500 işçinin katıldığı ve maaş zammı, sendikalaşma hakkının iade edilmesi gibi taleplerin yer aldığı büyük bir grev düzenlendi.
İşçilerin talepleri Veliaht Prens tarafından reddedildi, El Said ve komite mensupları hakkında yakalama kararı çıkarıldı ve krallık, konunun araştırılması için bir hakikat komitesi oluşturdu.
Fakat El Said ve komitecilerin tutuklanması daha büyük bir isyanı körükledi; Dahran başta olmak üzere diğer birçok kentte 13 bin Aramco işçisi, El Said ve arkadaşlarının serbest bırakılması çağrısıyla greve gitti.
Hatta bu grev karşısında Suudi makamları, doğu vilayetine silahlı kuvvetleri sevk etmek zorunda kaldı ve Veliaht Prens, işçilere, işlerine geri dönmeleri çağrısında bulunarak, itaat etmeyenlerin kovulacağı tehdidinde bulundu.
Veliaht Prens, tehditlere aldırmayan işçiler hakkında tutuklama emri çıkarsa da — hatta bir kısmı da tutuklanmıştı — emri geri çekmek zorunda kaldı ve El Said ve diğer tüm işciler El Ahsa cezaevinden salıverildi. Bunun sebebi ise Nasır el-Said’e, Hael kentini terketmeyeceği taahhüdünün bulunduğu bir sözleşme imzalatılmasıydı.
Aramco’da reform
Sonuç olarak Aramco, reform kararı almak zorunda kaldı; işçilere gıda, giyecek için maddi yardım sağlandı, işçilerin çocukları için bir okul inşa edildi, çalışma saatleri azaltıldı ve işçilerin şikâyetlerinin şirketin yönetim kuruluna ulaştırılması için bir komite kuruldu.
1956’da Nasırizmi ve sosyalizmi benimsediğini ifade eden El Said, Aramco’da yaşanan reformun emperyalist güçlere petrol ihracatını durdurulması yönünde bir devamlılık arz etmesi gerektiğini söylemeye başladı. Bu taleple El Said, işçileri yeni bir grev dalgası için ikna etmeyi başardı.
11 Haziran 1956’ya gelindiğinde Kral Suud, El Said ve grevin diğer bir dizi öncüsünü tutuklattı ve her türden grevi yasaklayan ve hapis cezasına tâbi tutan bir kraliyet kararnamesi çıkarıldı. Bazı iddialar o dönem Kral Suud’un El Said’i gizlice öldürmeyi planladığını, ancak önce Beyrut’a sonra Şam’a geçiş yapan El Said’in, kraliyet muhafızı olan yakın bir dostu tarafından uyarıldığını söylüyor. Yurt dışına kaçışından sonra El Said, Suud hanedanlığının muhalifi olarak kalmaya devam etti. Hicaz ve Necd halklarını krallığa karşı ayaklanmaya çağıran basılı yayınlar çıkardı ve radyo yayınları yaptı.
El Said, bu süreçte “Arabistan Halkının Birliği” isimli bir örgüt kurdu, 1961’de Mısır-Suriye Arap Birliği’nin dağılmasıyla hem Suudi istihbaratı tarafından kovalanan El Said, Şam’dan önce Beyrut’a; sonra Kahire’ye geçiş yaptı. El Said, Kahire’de Suud krallığını ve gerici Körfez monarşilerini hedef alan “Arap Ulusunun Sesi” isimli bir radyo programı yapmaya başladı. 1962’de El Said, Suud krallığı karşıtı “Allah’ın Düşmanları” isimli bir başka radyo programı daha yaptı. 1962’de Kuzey Yemen’de cumhuriyetçilerin Mütevekkliye monarşisini devirmesiyle El Said Yemen’e geçti, burada kurduğu örgütün bir ofisini açarak “Şeytan’ın Destekçileri” isimli bir başka radyo programını daha yayına koydu.
El Said’in faaliyetleri, 1967’de Cemal Abdülnasır ve Kral Faysal’ın normalleşme adımlarını takiben aniden durdu. Bu dönem El Said, belirli aralıklarla Mısır, Suriye, Irak, Yemen ve Libya’da bulunarak kaçak hayatı yaşadı.
Kral Faysal’ın suikastle öldürülmesinin ardından veliahti Kral Halid, tüm siyasi tutuklu ve sürgünler için bir genel af çıkardı ve El Said hariç hemen hemen tamamı Suudi Arabistan’a geri döndü. Kasım 1977’de petrol zengini doğu vilayetinde tekrar huzursuzluklar baş gösterdi, aynı yıl içinde Selefi muhalif Cuheyman el-Uteybi, Kâbe’yi işgal etti ve Nasır el-Said de medya üzerinden Suud krallığı karşıtı propagandayı yeniden devreye koymak için Şam’dan ayrılarak Beyrut’a geçti.
7 Aralık 1979’da Nasır el-Said, esrarengiz bir şekilde kayboldu. Türki el-Faysal’ın istihbarat şefi olduğu bu dönemde El Said’in bir istihbarat operasyonuyla Beyrut’tan özel bir uçakla kaçırıldıktan sonra öldürüldüğü öne sürüldü. Gazeteci Talal Salman’ın Er-Rai El-Youm gazetesinde yer bulan bir yazısında, Nasır el-Said’in Suudi istihbaratçılar tarafından kaçırıldıktan sonra uçaktan atıldığı iddiası yer buldu.